Yıkılan Hayaller
Yıkılan Hayaller: Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey zor günler geçiriyordu. Mondros sonrası emeklilik piyangosu ona da vurmuştu…
Yıkılan Hayaller
Çanakkale’de ki üstün başarılarından dolayı aldığı madalyayı hiç takmamış, süslü püslü beratını da katlayıp bir kenara atmıştı. İstanbul’a tayini çıkmadan önce doğan 3. Çocuğu Nezahat’in cıvıl cıvıl hareketleri bile onu sevindiremiyordu artık. Çünkü Mondros Mütarekesi ile alınan kararları içinde, bir kısım subayların da emekli edilmesi zorunluluğu vardı. Piyango ona vurmuştu. Birkaç arkadaşı ile üniformalı olarak gittikleri askeri birlikten, rütbeleri sökülmüş birer emekli subay olarak döndüler. Üstelik kendilerine maaş da bağlanmamıştı. Tam bin başı olmayı beklerken bu duruma düşmelerini, Fransızların, bu Bouvet’nin acısının onu batıran bataryanın komutanından çıkarmaları şeklinde yorumlayanlar bile vardı.
Emekli Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey’in o güne kadar bildiği tek iş askerlikti. Askerlerin savaş ve insanlık bakımından eğitimi konusunda çok büyük deneyimler kazanmıştı. Topların mermilerin dilinden en iyi anlayanlarındandı ama sivil hayatta hiç mi hiç hazır değildi. Savaşlarda ki başarılarının karşılığı olarak Osmanlı devletinden iki ve almanlar da iki olmak üzere, aldığı dört madalya maalesef karın doyurmuyordu. Oysa evde ekmek bekleyen bir ailesi vardı. Üç çocuğu ve eşi ile birlikte büyükanne dahil, altı nüfus onun eline kalmıştı. Ayrıca, o sıralarda annesi Hüsniye hanım da İstanbul’daydı ama neyse ki, ablaları İfakat ve Nuriye ile birlikte kendi başlarının çaresine bakıyorlardı.
Hüsniye Hanım İstanbul’a döndükten sonra, bir dakika bile boş durmuyordu. Çünkü onlarda kendi aralarında kalabalık bir aile olmuşlar ve geçim derdine düşmüşlerdi. İfakat’ın eşi Erzurum da görevli olduğu için oralara gidememiş, iki kızı Nakiye ve Nemciye ile annesine sığınmışları. Yakup Efendi’ye sadece üçte bir maaş verildiğinden, ondan pek yardım alamıyorlardı. Nuriye’nin eşi Diyarbakır’a tayin olmuştu. Kızları Müzeyyen’i ‘’Şark çıbanı’’ndan korumak amacı ile ona kızı ile birlikte annesinde kalıyordu. Eşi Abdulkadir Efendi az da olsa para gönderiyordu. Yine de bütün yük annelerine düşüyordu.
Hüsniye Hanım’ın başta dikiş olmak üzere, elinden her iş gelirdi. Yalnız, biraz aceleci ve dağınık biriydi. O iş yaparken, birinin arkadan dağılanları toparlaması gerekiyordu.
Oldukça da dalgındı. Bir gün, Galata Köprüsü’nden yürüyerek geçerken ayağı bir şeye takılır gibi oluyor. Oda ayakkabısını çıkarıp ayağını yere vuruyor. Eve geldiğinde kızları çorabı düştüğünü görünce epey gülüşüyorlar.
Hüsnü Nine geçim çabaları dışında, birbirinden anlamlı şiirler de yazıyordu. Bazıları ‘’ muamma ‘’ da olduğu gibi, ilahi tarzında bestelenip ailede terennüm edilirken, çoğu unutulup gitmişti. Yine de hatırlananlar vardı. Hemen bütün şiirlerinde, bencilliğe karşı adeta savaş açıyordu. İşte onlarsan biri:
Al bende benlik durmasın
Sırrımı kimseler bilemsin
Namım, Nişanım kalmasın
Punhanın olayım senin
Seyit Nizam oğlu hoca
Ayırma yüceden yüce
Meğer gündüz, meğer gece
Punhanın olayım senin
Yazdığı dörtlüklerden birinde alçak gönüllülüğü ve garibanlara yardım etmeyi ibadet olarak gördüğünü belirtiyordu:
Gönlünü yüksekten indir
Ar etme, alçağa kondur
Aç doyurup, susuz kandır
İbadet borcun ödene.
Bir başka dörtlüğünde, herkese barışı öğütler gibiydi:
Bednam ile hun etse de
Cihanda bir kinse seni
Metheyle anın ismini
Kadrin artar senin Hüsnü.
Mehmet Hilmi Bey’in sıkıntılı günlerinde tek teselli kaynağı Ahmet Amiş Efendi’nin telkinleri ve duaları oluyordu. O toplantılara birkaç kez annesi Hüsnüye Hanımı da götürmüştü. Hoca Efendi ile annesi arasındaki diyaloglar hayli ilgi çekiciydi. Annesinin değerini bir kere daha anlamanın sevincini yaşıyordu.
Tam o sıralarda eniştesi Yakup Efendi çıkageldi. Erzurum’da barınamamıştı. Ellerindeki sınırlı imkanlarla İstanbul’da duramazlardı. Hayat şartları elverişli bir yer arıyorlardı. Bursa ve Bandırma’dan daha ucuz olduğunu duydukları Balıkesir’de karar kıldılar. Beraberlerinde Hüsnü Nineyi de götüreceklerdi.
Evi taşımak için para lazımdı. Ayrıca bakkala, kasaba olan borçların da ödenmesi gerekiyordu. Yakup Efendi’nin yıllardır okuyup biriktirdiği ve gözü gibi koruduğu birbirinden değerli kitapları satmaktan başka çare bulamadılar. Ertesi gün ‘’Sahaflar Çarşısı ‘’ na gün doğmuştu.
Emekli Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey tarifsiz duygular içindeydi. Neye üzülüp , neye sevineceğinin bile farkında değildi. Öyle bir boşluğa düşmüştü ki, çaresizleri oynuyordu. Vedalaşmaları çok hazin oldu. Annesini dünya gözüyle bir daha göremeyeceği sanki içine doğmuştu. Vedalaşmalarda ilk defa ağladığını gördüğü Hüsnüye Hanım da farklı durumda değildi.
Yakup Efendi ve ailesi Balıkesir’e taşındıktan bir süre sonra Melek de kocası başka bir yere tayin olduğu için, annesi Zeynep Hanım ve kızı Nigar ile birlikte Halep’ten ayrılıp Balıkesir’e gelmişti. Onların katılmasıyla hayli kalabalık bir aile oluşturmuşlardı. Fakat aynı tarihlerde ülkemizi de etkileyen İspanya gribi salgını Melek’in ölümüne neden olunca, Zeynep Hanım torunu küçük Nigar ile beraber, o sıralarda Bandırma’da subay olarak görev yapan oğlu Saffet’in yanına taşındı. Ancak, çok kısa bir süre sonra Saffet Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Bandırma’dan ayrıldı. Ana kız evlerinde Tekbaşlarındaydı artık. Nigar’ın kötü talihi bununla da bitmiyordu. Aradan çok geçmeden ninesi Zeynep Hanım da ölünce komşuları gün doğmuş oldu. Çünkü küçük Nigar’ı himayelerine alma adı altında, mücevher neleri varsa, hepsine bir şekilde el koymuşlardı. Babası doktor Mustafa Hıfsı Bey çok iyi Rumca konuşuyordu. Bir Rum arkadaşı sayesinde pasaport yerine geçen bir geçiş belgesi çıkartıp 12 Haziran 1919’dan beri Yunanlıların işgali altında ki Bandırma’ya gelmeyi başarmasaydı, belki de çocuk yaşta ki Nigar’ı bir daha görmeleri bile mümkün olmayacaktı. ..
Mehmet Hilmi Bey’in acilen bir şeyler yapması gerekiyordu. Öylesine açmazdaydı ki hemen karar verip gelir getirecek bir iş bulamazsa eşi ve çocukları aç kalacaktı. Sonunda, aynı kaderi paylaşan üç zabit arkadaşıyla birleşip dükkan açmaya karar verdiler. Özellikle sermaye yönünden en kolay olarak manavlık yapmayı uygun görmüşlerdi. Kendilerini ne gibi zorluklar beklediğini farkında değillerdi.
Memurlarla iş adamlarının en büyük farkı, ticaret bilip bilmemeleri ile ilgilidir. Bir çok memur, emekli olacağı zaman, birazda kendisini enerjik ve bilgili hissederek, büfe açmayı ve ya bakkallık yapmayı hayal eder. ‘’ aç bir bakkal dükkanı, otur köşene, aç gazeteni’’ gibi hayal ürünü sözlerinin yanlışlığını az sonra anlarlar ama çoğunlukla iş işten geçmiş, hatta emekli ikramiyesi bile elden gitmiş olur. Aslında bakkallık en zor mesleklerden biridir. Aynı anda hem gaza, hem tuza dokunmak kolay becerilebilecek bir iş değildir. Manavlık ise bu tür mesleklerin en zorudur.
Çünkü satmakta oldukları mallar çabucak bozulacak cinstendir. Satamadıklarınızla ilgili olarak hemen önlem alamazsanız, çürümeye yüz tutar meyve ve sebzelerinizi değil müşteriye çocuklarınıza bile beğendiremezsiniz. Onlar da acemilikleri yüzünden bu hataya düştüler.
Üçü de dürüst insanlardı. Hafiften yumuşamaya başlayan meyveleri ayıklıyorlar, maydanozları sararmaya yüz tutan yaprakları bile kopamadan müşterilerine vermeyi ayıp sayıyorlardı. Kısa sürede sermayeden yemeye başladılar. Aslında onların ki ele güne karşı bir şeylerle meşgul görünmekte. Esas bekledikleri farklıydı. Birliklerinin Çanakkale’den taşınması dolayısıyla İstanbul’da kasılıp kalmışlardı. Bir an önce Anadolu’da kızışmaya başlayan kurtuluş hareketine katılmak istiyorlardı.
KAYNAK: Cepheden cepheye bir ömür. Mehmet Hilmi